
“Türkçe biliyorsun?”
Adı Keti. Altmış yaşlarında. Bebek’teki evini satıp gelmiş bu Yunan adasına, “74’de”. Yaşımı hızlıca kestirip, belki bilemem diye düşünerek ekliyor:
“Kıbrıs meselesinden.”
“Benim ev de Kuruçeşme’nin tepesindeydi” diyorum, “Robert Kolej’in arkasından inen yokuşu bilir misin? Hah. O yokuşun başında.”
“Bahçeli ev mi? Bilmem mi?”
“Biz de işte, Kilise’yi bilirsin Bebek’te, oradaydık.”
İkimiz de geride birer bahçe bırakmışız, ve o bahçelerin mevsimlerini. Bir kaç mevsim susuyoruz beraber. “Tekir güzel, tekir yapayım ben sana” diyor. Hydra’nın Mandraki koyundaki küçük tavernanın kapısından giriyor, tabağa fazladan iki tekir daha koyuyor.
***
Kaç Keti gördüm ben? Lafa “Türkçe konuşuyorsun?” sorusuyla giren… Selanik’te vardı bir Keti daha. Yolda yürürken telefonda Türkçe konuştuğumu duyup koluma yapışıp soran, “Türkçe konuşuyorsun?” Ve hemen ardından, “Türkçe konuş biraz.”
Yıllar geçti hala kalbim kurur aklıma geldikçe.
Boston’da bir Ermeni ailenin evinde, İngilizce konuşan ikinci kuşağın gürültüsünü bastıran bir ihtiyar kadın vardı sonra. O da başka bir Keti idi. “Boş ver bunları, onlar anlamaz” dedi, ailesini göstererek, “Türkçe konuş benimle.” Sanki asıl ailesi benmişim gibi, dil kardeşliği kan bağından daha uzun sürermiş gibi.
***
Örgütlü bir cehalet, politik kimliğe dönüştürülen bir vasatlık ve zorla kurumsallaştırılmış bir arsızlık Türkçeyi ele geçirdi. Siyasetin en düşük hali dilimizi işgal etti. Türkçe ekseriyetle bir kavga jargonuna, “laf geçirmenin” diline dönüştürüldü, yazık. Popüler edebiyat bile bir sığınmacı gibi; giderek birbirine benzer şekilde ağlaşan edebiyat dergilerinde eskileri yad edip çocuksulaşıyor ve aynı anda düşkünleşiyor. Türkçe kendi toprağında bir yabancı dil sanki. Bazen görüyorum, aklı başında, nezaketli ve düzgün konuşan insanlar sosyal medyada birbirinin koluna yapışıyor:
“Türkçe konuşuyorsun? Türkçe konuş biraz.”
***
Dil bir bina gibi korunmaz; destekler inşa ederek. Bir ağaç gibi de değil; etrafına çitler çekerek. Dil, bir insanı sever gibi korunur; emekle, sabırla ve konuşa konuşa. Düzgün Türkçe konuşmak diye bir disiplini benimseyerek. Şekilci bir saplantı değil bu; dilden başka yurdumuz olmadığını anladıktan sonra benimsemek gereken bir savunma hattı. “Türkçe bir bütündür, bölünemez” deme zorunluluğu.
***
Farsça ve Arapçayı çok iyi konuşan Iraklı bir savaş muhabiri ahbabım şöyle demişti bir gün, “Siz barbar Türkler, kendinize ait bir diliniz yok. Sözcükleriniz Farsçadan, Arapçadan, İtalyancadan ve Fransızcadan. Cümledeki boş kalan yerleri de artık İngilizce ile dolduruyorsunuz zaten.”
Kim bilir, doğru olabilir. Merkezi bir imparatorluğun ve sonrasında nice zahmetlerle kurulmuş bir ulus devletin çocuklarıyız, dilimizde bu tarihin yaraları ve zenginliği var. Ya da vardı. Şimdi ise cümle kuruluşunu unutmuş, kendi imlasından habersiz insanlar yetişiyor. Bu da demektir ki -sözcüklerle ve imla ile düşündüğümüze göre- kafası çalışamayan, düşünce parçalarını anlamlı bir biçimde bir araya getiremeyen kalabalık büyüyor.
***
Bu derginin bir sonraki sayısı çıkana kadar, yani gelecek aya kadar, kendi kendinize bir deney yapın derim. Düzgün Türkçe konuşma deneyi. Nezaket kalıplarını da kullanarak. Ne kadar yalnız olduğunuzu göreceksiniz sanırım. Neredeyse yabancı bir dil konuştuğunuzu. Ama bir yandan da sizinle aynı dili konuşan insanlar kolunuza yapışacak hasretle. Böyle böyle bir araya geliriz belki ve Türkçe, uzun süredir ilk kez su verilmiş bir sardunya gibi titreşir, rayihasını salar. Deneyin derim.