Gürültüde Yoksullaşmak

Çok seviyorlar tekrar etmeyi şairin söylediğini, “Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa” demeyi, sanki sevişirlermiş gibi “dörtnala”. Şiir, dilin kendine gönderdiği selam halbuki, ne gerçeği tanır ne seni. Şiir ne sevişememeyi bilir ne ödenemeyen krediyi. Ne utanmayı bilir kasada ne veresiye alınan ekmeğin bok gibi tadını. İstese gülerek geçer alacaklının yanından, canı çekti mi bağırır garsonun arkasından “Bira getir, şarap getir! Yaşa çarliston!” Ya da anlatıp durur süzülen Medarı Maişet Motoru’nun ardından, seslenir en fazlası, Aganta Burina Burinata!

Şiir öyle, şiir olduğu sürece.

Şiir, gürültünün içinden geçen kel bir beygir, ama bir Mor Külhani gibi yürümesini iyi bilir.

 

Fakat yoksulluk bambaşka. Yoksulluk feci. Yoksulluk kaba. Ne şiiri tanır açlık, ne kırılan onur selam verir ince söze.

 

Biz bir gece gürültüde hep beraber fakirleştik. Dünya bir kere dönüverdi kendi ekseninde, biz yattık kalktık, öyle karar vermişler, sabahına yoksullaştık. Kızdık, bağırdık, kızgınlığımız geçsin diye şakalar yaptık, dövündük, fakat kararlar alınmış çoktan, bundan sonra daha çok makarna yiyecek ve vitrinlerin önünden geçerken daha çok düşünecektik.

 

Ben bir kere çok yoksul oldum. Tek bir çayla üç saat Can Baba’nın Kahvesi’nde Kuzguncuk’ta üç saat oturdum. Bir arkadaşım vardı, esmer bir kadın, bakkaldan bir file doldurup getirmiş, salça, yağ ve peynir, ağlamıştım. Veresiye su almıştım köşe bakkaldan, köşe bakkal sırıtmıştı, bir saat yıkanmıştım akmamıştı pisliği. Ben sadece bir kere kesif yoksuldum, bilemem iki kere olanı, hep olanı. Nasıl koruyorlar akıllarını, nasıl bırakmıyorlar kırıp ruhlarını asfaltın ortasına çıra gibi, neden tutuşturup yakmıyorlar bu dünyayı, hiç bilemedim.

 

Bir gürültü koptu aniden, yoksullaşmışız meğer, öyle dediler, biz de sonra öğrendik. Bir planın vardı senin, küçük bir plan, şatafatsız. Bir Ege kasabasına doğru yola çıkmışken, tam öğle yemeği vakti geldiğinde durup yol kenarında karışık yeşil salata söyleyip, sonra sevdiğin adam ya da kadın salatayı bol zeytinyağıyla karıştırırken, yeşil öyle delice parlarken tabakta, bir an durup “Hayat güzel şey” diye bir an düşünüvermek gibi, mesela. O güzel saksılardan alıp, bir örnek, balkona mor yaseminler dizmek gibi ya da. Hatta belki bu Cuma kaçıp serin bir terasta bir kadeh rakı içmek gibi, ama huzurla, hep güzel şeyler düşünerek. Şimdi onun yerine hesaplar yapacaksın, yapacağız hep birlikte. Kafamızın içinde sayılardan bir gürültü dolaşıp duracak, yumak olacak. Doluya konacak, boşa da konacak, sonra dolusu boşu hepsine bir fiske! Küfürler edilecek. Bizi bu hale düşüren bu düzene, çalıştığın onca seneye, çalışamadığın onca seneye. Emeğinin karşılığını alamamış her insan gibi bizim de kalbimiz ekşiyecek. Hesapladıkça küçülen sayıların insanları olacağız belki hep birlikte.

 

Hesaplama artık, bırak. Olacağına varsın namussuz hesap. Dünyaya bak, dünyanın derdinin dermanı dünyada. Aç pencereyi, saygıyla sus hayatın resimlerinin önünde, izle bak. Bir kavga sürüyor, kimse bırakmıyor ipin ucunu delirmedikçe. Gürültünün içinden küheylan fiyakasıyla geçen o kel beygire, şiire bak. Ne bileyim resme bak. İyi filmlere bak. Telefonuna bakma, kitaplara bak. Ne bileyim, onların hesaba katmadığı, sana hesabı unutturacak ne varsa ona bak. Delirmemek lazım çünkü, başına dert olmamalı kimsenin. Bize yakışanı bu, sen kalender olmaya bak.

 

Gürültüde fakirleşiverdik, geçenlerde oldu bu, aniden. Kimse bize sormadı kararları verirken. Kimse bizi dinlemedi bağırırken. Bir gürültü çıktı birden kendimizi yoksul bulduk durup dururken. Bak şimdi dünyaya. Kuş uçtukça genişliyor gökyüzü demişti Rilke. Belki hayat da yaşadıkça. Böyle şeyler düşün. Delirme. Kimse duymaz çünkü bu gürültüde.