
Gürültüde sevmek üzerine notlar
Binlerce evde, sayısız uzun ilişkide kış uykusuna yatıyor sevmek, hayatın eften püften meşguliyetlerinden bir battaniyeyi üzerine çekerek. O kadar derin uyuyor ki bazen, öldü sanıyorsun. Sevgiyi de dürtmek gerek demek. Bazen, evet, evhamlı teyzeler gibi dinlemek lazım nefes alıyor mu diye. Ruhun kasları da alışır çünkü miskinliğe. Kalp tembelliği olur bazen. O zaman hop hop, ani ve kesin bir kararla yeniden sevmek hareketlerini yapmak gerek. Baştan bir ağır yapar, o da bir kas nihayet. Fakat ağrı iyidir, ruhun kaslarının varlığını hatırlatır insana. Neticede, sevmek de bir idman meselesi.
***
Anladım ki çocuklar, bitkiler ve hayvanlar için sevmek bir yanında durmak meselesi. Umurlarında değil ne büyük bir tutkuyla sevdiğin, orada, her gün yanında durmadığın sürece. Fakat ben hep yoldayım. Ben, hep namevcut. İnatla aynı cümlenin öznesi, “Ece nerede şimdi?” Bir yokluk haliyim ben, çiçekler, kediler ve bebekler beni ne yapsın! Ben, su yüzüne çıktığında bile çıplak gözle görülemeyecek uzaklıktaki karabatak. İçinden sevmek sayılmaz mı? Hiç mi sayılmaz?
Çocuklar, bitkiler ve hayvanlar için sevgi bir duygudan ziyade tekrar eden bir eylem meselesi.
***
Bir sevginin tarihine özlemek nasıl kaydoluyor? Yok-zaman olarak mı? Bak işte ben o yüzden bir deftere yazıyorum sabahları aniden aklıma gelen, özlediğim insanların adlarını. Birgün açıp bakacaklar, “Aa” diyecekler, “Meğer ne severmiş bizleri.” Yazmak neticede iyice saklanmak meselesi. İyice saklanıp sonra da bütün kalbinle bulunmayı dilemek bilmecesi.
Çok iyi saklandığı için saklambaç oyununun bittiğinin farkına varamayan ve arkadaşlarının onu aramaktan vazgeçip başka bir oyuna başladığını uzaktan izleyen, unutulan çocuklar… Saklambacın sessiz kurbanları.
***
“İnsanı sevmeliyiz” der bütün kitaplar. İnsanları değil, insanı. İnsan, şimdiki zamanın içinde dolaşan insanlardan daha büyük bir şey, geniş zamanlı. Tarih-üstü bir canlı bu insan. Geçmişten gelen, şimdiki zamanda hep en çirkin yüzünü gösteren ama gelecekte de var olacak bir canlı. Ve insanı sevmek bir seçim meselesi, bir tanrıya, bir yıldıza, sayılara inanmayı seçmek gibi. İbadeti en zor inanç bu. Affetmek veya affedilmek yok ne de camisi, kilisesi. Fakat sokağa her çıktığında, her karşılaştığın insanda hatırlamak zorundasın mağara resimlerini yapan kadının çılgınlığını, binlerce savaştan sağ çıkan adamın buruk sevincini, İpek yolundan geçmiş kervanları, Nil kenarında yıldızları ezberleyen alimleri, insanın olmak inadını. “Ne harika şey” diye hayret etmelisin hep, “Hala buradayız, ne acayip.”
İnsan kendine de hayret eder tabii. “Vay canına” demelisin kendine, “Bunca badireden sonra hala buradayım. İnsan olmak ne tuhaf şey.”
Bir de tabii basit bir duygu ekonomisi meselesi: Sevmemek için harcadığın enerji sevmek için harcadığından hep daha çok. Dikkatle bakıldığında bu görülecektir.
***
Bütün ilişkilerin “mallaştırıldığı” bir dünya burası. Networking yapıyor insanlar, daha sevmeden birinin “uygunluğunu” powerpoint sunumlarındaki maddeler gibi alt alta diziyor. Bazı sevgiler “Aman bizi aşağıya çekmesin” diye başlamadan bitiyor. Zarar-yarar hesabı kalp kaslarını devreden çıkarıyor, aman ne harika! Oysa sevmemek daha çok yorar insanı. Dikkatle bakıldığında…
Dikkat, sevmenin başlangıcıdır. “Pür dikkat duadır” demişti Simone Weill bir zamanlar. İnsan için de dua edilir, insana da edilir. İnanmak meselesidir, bir seçim meselesidir.