Gürültüde Kaçmak

Bir kadın görmüştüm, yıllar evveldi. Adı kalmamış aklımda. İnsanların haklarını savunuyordu, kısaca söylersek. İşi buydu; öldürülmüş, işkence görmüş, kaybedilmiş insanların derdine bakıyordu. Pek kimseye anlatmamış, niyeyse bana anlattı bir gün, benim öyle bir yüzüm vardır, herkes anlatmak ister. Anlattıkça kendi yüzlerine benzetirler yüzümü, belki ondan. Kadın kırklarının ortasındaydı. Kaybedilmiş bir insanın gömüldüğü yeri bulmuştu, kazdırıyordu. Ne ki hamileydi, altı aylık ve oracıkta işte bebeğini düşürmüştü acıdan. Kimsenin bilmediği bir cinayet. Kimseye anlatılamayan. Kayıtdışı ölüm. Sonra da bebeği olmamış hiç, onu da dedi. Buna ne diyeceğiz? Hiç doğmamış çocuklar da öldürülmüş sayılabilir mi? Hiç kanıtlanamayacak cinayetler işlenmiş sayılır mı?

 

Gürültü büyüdükçe insan kulağını daha çok kapamak istiyor. Savaşa giden biri anlatmıştı. En kötüsü ölmek korkusu değilmiş. “En kötüsü” demişti, “Hiç bitmeyen gürültü. O delirtiyor insanı.” Şimdi savaş yok diyorlar ama gürültü sanki bir savaş gibi, kulağını kapamak istiyor insan.

 

Gürültüde insan kapıyı pencereyi kapatıp içine kapanmak istiyor. Hiç başa çıkamazsa gitmek istiyor, kaçmak istiyor. Ama vicdani ödevimiz var, kaçmayacağız. Ne bu dilden, ne bu ülkeden, ne bu dertten. Ama ya hiç ispat edilemeyen cinayetler işlenmişse içimizde? Diyelim ki mesela başkasının, başkalarının derdine düşmekten bir bebek kaybetmişsek? Yine de kaçmak sayılır mı o? Yine suç olur mu kaçmak?

 

Gürültü insan bir balığın sessizliğine, bir çiçeğin durupduruşuna, bir bitmeyen dizinin birbirini sıkıntıyla takip eden bölümlerine ve bazen de kendine aksine öylece  aynada dalıp gitmek istiyor, bir donuk kare olmak istiyor. O suç sayılır mı? Çünkü esasında biliyorsun ki sen bağırmazsan, o bağırmazsa, kim konuşacak? Kim anlatacak bu gürültünün hepimize bir haksızlık olduğunu? Bıkkınlık değil, öyle sanıyorlar. Çaresizlik hissi insanı gürültüde kahrediyor.

 

İnce şeylere yer kalmamış bir gürültüde ince şeyleri özlemek başkalarına haksızlık etmek mi? Ne suçu işlemiş oluyorsun tam olarak kaçıp gidip bir dağ başında yaşamaya başladığında? Kime karşı bir suç? Kalabalık seni sevmiyorsa sen kalabalığı sevmiyorsun diye suçlanabilir misin? Nedir bir insanın görevi? Karşılıksız sevmesi midir gürültüyü? Yine de. Hep. Durmadan.

 

İşin düşünmek mesela, yazmak. Yazmasan çıldıracaksın. Durmalı mısın gürültüde? Çıldıracağını bile bile. Öleceğini bile bile. Düşmana değil, gürültüye yenileceğini bile bile.

 

Bir değil, yüzlerce kadın gördüm. Çıldırmış kadınlar, öyle ya da böyle. Yenilmiş. Her şeyini vermiş ve geriye hiçbir şey alamamış kadınlardılar bunlar. Bir aşka gürültüde kaybetmişlerdi hikayelerini, daha önceki bir gürültüde. Hataydı belki, ama hayatın anlamını onlara sordum. Kimlere soracaktım, her nasılsa bir yolunu bulup yeni gürültüde kendilerine bir yer edinmeyi beceren erkeklere mi! Ben kadınlara sordum. “Çıldırma” dediler, demişlerdi, “ ne yaparsan yap çıldırmamayı başar.” Belki doğrusunu söylemediler, yanılttılar beni ama başkası da başka bir şey söylememişti.

 

Gürültü hiç durmuyor. İnsan kulağını kapatmak istiyor. Denizin dibine dalmak ve kendi kalp atışını duymak istiyor. Ama ne kadar durabilirsin ki öyle? Bir başına.

 

Onu işte, sormamışım. Unutmuşum işte.

 

Ben de biliyorum bu yazıyı ama bir ödevimiz var diye bitirmeyi. Kaçmak iyi değil demeyi bilmez miyim, biliyorum elbette. Ama kim karar veriyor ki böyle şeylere? Karar mı veriliyor böyle şeylere? Yaşıyorsun ve görüyorsun gürültüde.