
Bir ebedî-seferînin masası
Hayır, başka bir memlekette yaşamıyorum. Başka bir memlekete iliştim ben. Bir durak sonra ineceğin bir dolmuşta kapıya yakın yere yarım oturmak gibi. “Yerleşmekle uğraşma” der gövden, “İneceksin zaten, dayan biraz.” Torbalar, çantalar kucağında; bacakların yarı ayakta gibi denge sağlamaya çalışarak, ellerin tutunacak küçücük bir yer arayarak, dolmuş insanlarının içinde bir yer bulmak için hiç zaman olmadan… Gitmek öyle bir şey, “Döneceksin zaten, dayan biraz.”
Böyle böyle üç yıl, Ikea’dan alınmış bir bar masasının üzerinde, omurgamı eğip bükerek iki kitap yazdım. Biri yabancıların dilinde, biri yurdumun. Ve öğrendik ki yerleşememek de insan gövdesinde kalıcı hasar yaratıyor. Bir bela ağrı ile kendine katlanıyor kemikler, sinirler ve buna “sinir sıkışması” denmesine sinir oluyor doktorlar. Fakat doğru; ilişirken kendini sıkıştırıyor insan, sinirler ha keza. Yollarda perişan olmuş kalp, gövdeyi cezalandırıyor farkına bile varmadan.
Nesnelere, olaylara ve tesadüflere anlam yüklemek bir tanrısı olmayanların belası. Buna ‘batıl inanç’ da deniyor, ama değil esasında. Anlam yüklüyorsun sadece çünkü bir tanrı ile hazır yapılmış gelen anlam sende yok ve insan anlam ihtiyacında. Hasılı üç yıl almadım doğru dürüst bir masa. “Nasılsa döneceksin” adlı kendime bile söylemediğim gizli bir batıl itikatla. Komik de oluyor. Ödüller veriyorlar, türlü memlekette röportajlar verip alkışlar alıyorsun ve sonra dönüyorsun uyduruk bar masasına yine büzüşüp yazmaya.
Kadınlıkla da ilgili biraz. Hiç yerimiz olamaz bizim. Kendi evinin içinde bile taşınırsın oradan oraya. Yerine sahip çıkamazsın, öyle olmaması öğretilmiş çünkü. Kendi evinin içinde saklanacak yer ararsın eğer kendine ait düşüncelerin veya bir becerin varsa. Kadınlar evin bir fonksiyonudur çünkü, bir insan değildir. Bardak gibi, süpürge gibi bir şey; nerede sana ihtiyaç varsa o anda orada olursun. Ve böylece büyürken öğrenemezsin bir yerin olabileceğini ve o yeri koruman gerektiğini ya da nasıl koruyacağını. Bir yere ilişirsin nasılsa, öğrenmişsin ya, büzüşebilirsin gerekirse.
Geçtiğimiz ay bir masa aldım kendime. Görenler ilkokul sırasına benzetiyor, küçücük çünkü, biraz da alçak. Önünde bir kapaklı bir bölme var, içine kalemleri koyabiliyorsun. Bir lale koydum üzerine ve bir mürekkep şişesi. O kadar, çıplak durdu masa öyle. Heyecandan oturamadım üç gün. Uzaktan baktım, fotoğraflarını çektim hatta. Korktum masadan biraz da. Son on yıldır hep bir yerlerden gitmek zorunda olduğum için gidiyorum ve kalırım diye yaptığım bu hamle benim küçük tanrılarımı kızdırırsa diye… Korkudan olacak, kamyon şoförleri gibi bir de nazar boncuğu koydum üzerine. Tanrı kırıntılarını icat eden beyin şeytan kırıntılarını da icat ediyor haliyle. Masa ağaçtan ve ağacın gözleri vardır bilirsiniz. Koyu kahverengi gözleriyle bana bakıyor masa bazen. “Sana bu dünyada bir yer vereceklerini mi sandın?” İnsan böyle böyle deliriyor tek başınayken. Ebedî-seferîyken böyle böyle.
Üç gün sonra masaya oturdum nihayet. Bir gece, bir şarap bardağı ve Cecilia Bartoli eşliğinde. Bir şey yaptığım da yok, durduk öyle masayla. Oturuşlar denedik beraber. Çırpıntılı sevincimin geçmesini bekledik. Nihayet değişti koyu kahve gözlerindeki bakış ve beni izlemekten vazgeçti masa. Böylece işte şimdi bu satırları size o masadan yazabiliyorum.
Yine gitmek zorunda kalırsam ne yaparım bu masayı, onu düşünüyorum. Masa da masaymış ha diyeceksiniz şimdi. Ben de size “Ama hayat da hayat!” diyeceğim. Çantalar, torbalar kucağımda, yarı oturup yarı ayakta durarak, sanki hep bir durak sonra inecekmiş gibi… İlişe ilişe oturmayı unutarak.