Ama sizin ayıbınız ne?

Bir arkadaşım var, kızını “ayıp” sözcüğünü kullanmadan büyütmeye çalışıyor. Bizim ve bizden önceki kuşak kadınların kırıldığı yerlerden kırılmadan kadın olsun diye. Fikirlerinden söz ederken eteğinin boyuna kafayı takmasın, çok güldüğü zaman kendini suçlu hissetmesin ve canı yandığı zaman bağırabilsin diye. Ama ayıp tek türlü değil ve hepsi sakatlamaz insanı.

 

Hamburg’da utanç kavramının son kırk yıldır küresel olarak nasıl bir evrim geçirdiğini anlatıyorum ve bunun politikaya nasıl yansıdığını. Utanmazlığı bir onur madalyası gibi takıp ortaya çıkan liderleri ve bu liderlerin nasıl cahil kitleleri utanmazca şeyler yapmaya cesaretlendirdiklerini. Utanması kalmamış bir dünyaya doğru nasıl hep birlikte yuvarlandığımızı anlatıyorum. Dinleyicilerden genç bir kadın kalkıp sordu, “Ama utanç bizi engelleyen bir duygu. Siz bu engeli yeniden geri getirmeyi mi savunuyorsunuz?”

 

Ayıp ile utanç arasında çok fark var. Ayıp bizim dilimize, dünyanın bizim daha yakın olduğumuz Doğu’suna yakın bir kavram. Zaman zaman utancı içeriyor olabilir ama daha geniş bir mesele. Ve aradaki fark hakikaten doktora tezlerinin konusu olacak kadar derin. Bir gün belki o konuyu da açarız ama bugünkü mesele şu:

Bugün siyasi iktidarı elinde tutanlar için ayıp ne? Neyi ayıp sayıyorlar, ben bunu merak ediyorum. Çünkü toplumların ve insanların ahlaki hayatını düzenlemek için bazı yasakların olması icap eder, onaylanmayan bazı davranışlar, tutumlar. Bugün Türkiye’de o ne? Ülkeyi idare edenler ve yeni bir toplum şekillendirmeye çalışanlar için kötü, yanlış, hasılı ayıp olan ne?

 

Geçen ay sosyal medyada bir video dolaştı, post-prodüksiyonlu, profesyonel bir videoydu. Anlaşılan hızlıca zengin olmuş, iktidara epey yakın bir ailenin yeni doğan bebeğe için okuttuğu mevlit. Yani galiba mevlitti; o kadar çok süsleme, bezeme, varak ve ıvır zıvır vardı ki “okazyonun” sebebi arada pek seçilemiyordu. Küçüklüğümde gittiğim mevlitlerde şerbetin üzerinde yüzen çam fıstıklarını dudağımla yakalamaya çalıştığım geldi aklıma. Biz büyürken mevlidin en “lüks” yanı buydu.

 

Anlıyorum; kurmaya çalıştıkları bu yeni ülke için yeni bir yaşam kültürü, özenilecek yeni şeyler oluşturmaya çalışıyorlar. Mütedeyyin bir üst sınıf ve tutucu statü göstergeleri tarifi peşindeler. Ve bu sebeple masaların üzeri pembe rengi ağırlıkta olmak üzere Fransızların meşhur kurabiyesi macaronla doluydu. Macaronlu mevlit dünyası. Bunu da anlıyorum. Ama anlamadığım şu, bu ayıp değilse ne ayıp?

Ve şunu biliyorum: Beni mevlitlere götüren büyük anneannem Müeyyet hanım ve ninem Fatma hanım görseler, gözlerini açıp, kaşlarını kaldırıp, kendi seslerinden bile utanarak “Çok ayıp” derlerdi.

 

Müeyyet hanım, Çerkes’ti, babası sarayda veterinermiş derlerdi hep. Annem tarafından anneannemin annesi olur, ben üniversiteye giderken kaybettik. Kolalı çarşaflarda yatardı ve kendisini 100 yaşına kadar hiç gecelikle görmedim, hastayken bile.

Fatma hanım, yörüktü, Fethiye’den. 19 yaşında üç çocukla dul kalınca sırtına dikiş makinesini yükleyip köy köy gezerek elbise dikmiş ve hepsini üniversiteden mezun etmiş. O günlerden kalan bir tabancası vardı, fildişi kabzalı.

İkisi aynı masalı farklı anlatırlardı. Karşı karşıya otururlar; Fatma hanım bağdaş kurarak yerde, Müeyyet hanım koltukta bacakları bitişik. Fatma hanım kaba yünden kazaklar örerdi, Müeyyet hanım incecik danteller. Aynı masalı Müeyyet hanım kibar versiyonuyla, Fatma hanım köylü versiyonuyla anlatırdı. Hiçbir şeyleri birbirine benzemeyen bu iki kadın arasında büyüdüm ben. Ama şimdi ikisini de düşününce ortak bir ahlaki kodları olduğunu hatırlıyorum ayıp konusunda. Böyle bir mevlide gitselerdi, döndüklerinde ikisi de kendi meşrebince şöyle derdi, “Çok ayıp.”

Ülke siyaseten ne olur bilemem ama bizden ayıbı aldılar, bizi daha alçakgönüllü insanlar yapan ayıbı. Onu geri getirmek çok zor.