
Ah o otobüs!
Benim güzel kardeşim İnan, okumaya başladığı andan itibaren evdeki Hayat Ansiklopedisi’ni ezberlemeye başladı. (Hayatın Ansiklopedisi! Kalmadı öyle güzel ansiklopediler ve merak ediyorum otuz yıl sonra doğacak çocuklara nasıl anlatacağız eski ansiklopedilerin kağıttan cennet kokusunu.) Ve fakat İnan ansiklopedi diyemez, “anstobegi” derdi. Dolayısıyla bizim evde adı öyle kaldı ansiklopedinin; anstobegi! Tıpkı “börek” sözcüğünü annem sayesinde “böörek” diye söylememiz gibi. Annem şöyle açıklar hep, “Ama böörek deyince sanki tepsi tepsi börek demiş gibi oluyor.” Her evin bir dili var. Bir dip dili; anadilinden de aşağıda yürüyen, devam eden bir dil. Tercüme edilemez.
Hangi dil tercüme edilebilir ki zaten! Borges’in sözünü hatırlarım hep “Sözlükler, dillerin birbirlerine eşit olduğuna dair kanıtlanmamış bir önerme üzerinde dururlar.” Hiçbir dil birbirine eşit değil, çünkü konuşanların tarihleri bambaşka, dolayısıyla kalpleri bambaşka biçimlenmiş. Bin yıl önce yazmıştım, “efkârlanmak” diye sözcüğü yok İngilizcenin ama Türkçenin de “resilience” (düştüğün yerden kalkma bilgisi) diye sözcüğü yok. Kürtler “Allah seni sitar etsin” derler. Bunu Türkçe “Allah seni yıldız etsin” diye çevirince başka bir aleme girersin, o alemin yıldızı bambaşka. Çeviri işi bu yüzden bir dili bir dile dönüştürmek değil; bir ruh alemini başka bir ruh alemiyle tanıştırmak aslında.
Bugünlerde tıpkı “Tarihini bilmeyen toplumlar tarihlerini tekerrür etmeye mahkumdur” sözünü hatırlatır gibi “Türkçe konuş” bahsi açıldı memleketimizde. Bunu söyleyenlerden, söyleyenlere alkış tutanlardan kaç kişi biliyor acaba tam da bu cümlenin 1980’de Diyarbakır Cezaevi’nde yazılı olduğunu, Türkçe bilmeyen Kürt annelerin oğullarıyla kızlarıyla konuşmasına izin verilmediğini, bu yüzden ne işkenceler edildiğini! “Niye Türkçe konuşulmuyor efendim!” diye dırdırlananlara, “İngilizce yazılmasın, konuşulmasın” diye heyheylenenlere cevaben Atatürk’ün Fransızca konuştuğu arşiv videoları dolaştırılıyor sosyal medyada. İngilizce yazdığım kitap sebebiyle ben de bu manasız itiş kakışa dahil edildiğim için bana de sıçrayanlar oldu. Bu anlamsız sıçrayışların her birinde aklıma Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o öğüdü/ şiiri geliyor. O şiir şöyle biter:
“En azından üç dil bileceksin / En azından üç dilde/ Ana avrat dümdüz gideceksin / En azından üç dil / Çünkü sen ne tarih ne coğrafya / Ne şu ne busun / Oğlum Mernus / Sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun.” Ben de otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğuyum. Otobüsü yakalamaya karar vermiş, en az otobüstekiler kadar iyi olduğuna inanmış insanların kurduğu Cumhuriyet projesinin ürünüyüm. “Bir otobüs varsa ona herkes binecek arkadaş!” demiş bir adalet ve insanlık anlayışının çocuğuyum. “Başka dil konuşamayalım” demek bu insanlık anlayışının reddidir; sadece cahilce bir öneri değil aynı zamanda cahilliğin sırtını sıvazlayan berbat bir gericiliktir. Bu günlerde Bir Ülke Nasıl Kaybedilir kitabını çeşitli dillerdeki baskısı sebebiyle Avrupa’da dolaşıp duruyorum. Bazen, otobüse binip yol almış milletlerin garip bir tepkisiyle karşılaşıyorum. Şöyle diyorlar, “Sen Türkiye’den geliyorsun. Türkiye’den bahset. Bizim işlerden anlamazsın.” Ben onlara haddini bildirirken bir yandan da fark ediyorum ki kendi ülkemin şaşkınlarıyla aynı şeyi söylüyorlar; “Sen olduğun yerde kal. Sen olduğun kadar kal.” Neyse ki o ülkelerin de kafası çalışan insanları var da nereden geldiğimi değil, ne dediğimi dinliyorlar. Çünkü “Kaderlerimiz ayrı değil” diyorum, “Bizim başımıza ne geldiyse Türkiye’de, sizin de başınıza gelecek. Ve sizin Hıristiyan olmanız, bindiğiniz uygarlık otobüsünün fiyakası, bütün o ‘anstobegiler’ sizi politik ve ahlaki çılgınlıktan korumayacak.” Nasıl desem? Amerikalılara “Biz en azından on yıl direndik devlet mekanizması tamamen felç edilmeden önce, siz ancak iki yıl!” lafını İngilizce söylemenin keyfi başka hiçbir şeyde yok. (Trump, hükümetin çalışmalarını Meksika sınırına duvar yapılmadığı için iki aydan fazla durdurmuştu, ondan bahsediyorum. Bir çeşit olağanüstü hal.) Bu yazıyı gençler için yazıyorum daha ziyade. Donanın arkadaşlar. Kendinizi donatın. Bir kaç dilde donatın. Çünkü dünya zor ve dünya sizi geldiğiniz yere geri göndermek için elinden geleni yapar, olduğunuz kadar kalmanız için. Ama siz, biz, hepimiz bundan çok daha iyiyiz. Ve iyi olmak zorundayız. Evimizin tatlı, dip dili bizde kalsın ama dünya… O başka. O çok dilli.